(O Fir’avn ve askerleri yeryüzünde (Mısrda) hakları olmıyarak büyüklük tasladılar. Ve zan etdiler ki, bize döndürülmiyecekler. Biz de hem Fir’avnı, hem askerlerini yakaladık da onları denize atıverdik..) buyurdu. İhlâk, çok kerre ni’met olarak verilen birşeyi sonunda azâb olarak gönderip, aldatmakdır.
O hâlde bu âyet-i kerîmelerden anlaşıldı ki, arzû edilen şeylerin ele geçmesi, se’âdete kavuşmaya, olgunluğa ve hayra delâlet etmez.
Kerâmet ile istidrâc arasındaki fark şöyledir: Kerâmet sâhibi olan kimse, unsûru latîf ve cevheri şerîf olan kerâmet ile meşgûl olmaz ve onunla öğünmez. Bilâkis, kendisinden kerâmet zuhûr edince, kendisinden meydâna gelen bu hâlin istidrâc olabileceği endîşesi ile Allahü teâlâdan korkusu iyice artar. Onun kahrından sakınması son derece fazlalaşır. Yâhud da, bu amellerinin dünyâda cezâsı olabilir diye düşünür. Fekat istidrâc sâhibi olan kimse, bu durum, güzel hâller ve ameller ve bu amellerin netîceleridir diye zan eder. Bunlar mekr, aldatma ve sapdırma değildir diyebilir. Kendinde bir olgunluk ve üstünlük olduğu hayâli ile insanlara hakâret nazarı ile bakar. Kendini ikâb-ı ilâhîden emîn bulur. Kötü akîbetden sakınmaz. Bu sebebden kâmil ve derin âlimler buyurmuşlardır ki; Allahü teâlâdan uzaklaşanların, ya’nî dalâlete düşenlerin ekserîsi, kerâmet gösterme makâmında düşmüşlerdir.
Şübhesiz ki, kerâmetlerin ve hârikul’âde hâllerin zuhûrundan ve çeşidli belâlardan sakınıp, korkanlar, mâsivâya nazâr etmiyenler mekre düşmezler ve Allahü teâlâdan uzaklaşmazlar. Onlar yakîn ehli ve âlemlerin Rabbinin makbûlüdürler. Sahîh nakllerde gelmişdir ki, Bel’am bin Bâura, Bersîsa ve bunlar gibi kimseler; zemânlarında çok ibâdet ve ağır riyâzetler yapmaları sebebi ile çeşidli hârikalar, keşf ve kerâmet sâhibi olmuşlardı. Lâkin, bu hâllerin meydâna gelmesinden mağrûr oldular. Bu sebeb ile mekr-i ilâhîye düşdüler. Nihâyet köpek ve domuz mertebesine düşdüler.