Ya’nî, uçuruma atlamağı, sopa yemekden az zararlı görürse, atlayıp kaçar. Atlamağı tehlükeli görürse, ister istemez ayakları durur, gidemez. Görülüyor ki, hareket, irâdeye, irâde de akla bağlıdır. Nitekim, bir kimse kendini öldürmek istese, elinde silâh olduğu hâlde, öldüremez. Çünki, eli hareket etdiren kudret, irâdeye bağlı, irâde de, aklın vereceği karâra bağlıdır. Akl iyi ve fâideli deyince, irâde harekete geçer. Hâlbuki akl da serbest değildir. Akl, bir ayna gibidir. İyi olan şeyin sûreti, akl aynasında görünür. Fâideli olmazsa görülmez. İnsan bir belâya düşer, buna dayanamayıp, ölümü dahâ iyi bilirse, o zemân görünür. Böyle hareketlere ihtiyârî demenin sebebi, fâideli olduğu görüldüğü içindir. Yoksa, fâideli olduğu kendiliğinden, hemen hâsıl olsa, nefes almak, göz kapamak gibi, mecbûrî olur. Her ikisinin mecbûrluğu, suya batma gibi olur. İşte, sebebler birbirine bağlıdır. Sebebler zincirinin halkaları çokdur. Bunu (İhya-ül’ulûm) kitâbımızda dahâ geniş anlatdık. İnsanda yaratılmış olan kudret, bu zincirin halkalarından biridir. Görülüyor ki, insanın, iyi bir iş yapmakla öğünmesi doğru değildir. İyi işden insanın payı, ona mahal ve vâsıta olmakdan başka birşey değildir. Ya’nî fâideli işin yapılmasına sebeb olan ihtiyâr ve kudret, kendisinde yaratılmışdır. Ağaçda kudret ve ihtiyâr [ya’nî seçmek] yaratılmadığı için, ağacın rüzgârla sallanmasına zarûrî ve mecbûrî hareket diyoruz. Allahü teâlâ, herşeyi yaratırken, kudret-i ilâhiyyesi, kendinden başka hiçbirşeye bağlı olmadığından, Onun işlerine (İhtirâ’), ya’nî yaratmak denir. İnsan böyle olmayıp, kudret ve irâdesi, kendi elinde olmıyan başka sebeblere bağlı olduğundan ve işleri, Allahü teâlânın işlerine benzemediğinden, insanın işlerine halk etmek, ihtirâ’ denmez. Fekat insan, ağaç gibi de olmayıp, kendinde ister istemez hâsıl olan kudret ve irâdenin yeri olduğundan, insanın işine cebr, zor ile de denemez. Her iki çeşid işden ayırmak için, başka bir ism aramışlar, (Kesb) demişlerdir. Demek ki, insanın işi her ne kadar kendi ihtiyârı ile ise de, ihtiyârı elinde değildir. O hâlde, elinde birşey yokdur.
[Allahü teâlânın emrleri iki nev’dir: Evâmir-i teklîfiyye, Evâmir-i tekvîniyye. Birinci emrler, insanlara ve cinne verdiği emrleri ve yasaklarıdır. Bunları, insanların, irâde etmelerinden, istemelerinden sonra, kendisi de diler ve yaratır. İkinci nev’ emrlerini, sebebleri ile birlikde hemen yaratmakdadır. Bütün tabî’at olayları böyledir. Meyvenin uzun zemânda olgunlaşması, bir anda yaratdıklarının topluluğudur.]
Süâl — İnsanın elinde birşey yoksa, niçin sevâb ve azâb oluyor ve niçin dinler, şerî’atler gönderiliyor?
Cevâb — Bu süâle (Şerî’atde tevhîd) ve (Tevhîdde şerî’at) denir ki, burada çok kimseler boğulmuşdur. Bu tehlükeden kurtulmak, ancak bu deryâ üzerinde gidebilenlere veyâ hiç olmazsa, yüzebilenlere nasîb olur. İnsanların çoğunun bu tehlükeden kurtulması, bu deryâya girmemeleri sâyesinde olmuşdur. Câhil halk, bu deryâda yüzmeği bilmediğinden, bunlara acıyıp, boğulmakdan korumak için, bu denizin kenârına bırakmamalıdır. Bunlardan, tevhîd deryâsına düşenlerin çoğu boğulmuşdur. Yüzmeği öğrenmesini de düşünmiyorlar. Çokları, bizim elimizde birşey yokdur. Herşeyi Allahü teâlâ yapıyor. (Şakî), ya’nî kâfir yazılan bir kimse, ne kadar uğraşsa, bunu değişdiremez. (Sa’îd), ya’nî Cennetlik yazılan kimsenin de, çalışmağa ihtiyâcı yokdur, diyerek boğulmakda, helâk olmakdadır. Bu sözler, hep câhillikden, yanlış düşünmekden ileri gelmekdedir. Bunların hakîkatini anlatmak, kitâblara yazmak her ne kadar uygun değilse de, söz bu yola döküldüğü için, az birşey bildirelim:
Sevâb ve azâb nedendir, süâline karşı deriz ki: Azâb, kötü iş yapdığından dolayı, biri sana kızıp, intikam almak için, canını yakması değildir. Sevâb da, işini beğendiği için, mükâfât değildir. O gün, Allahü teâlâdan başka, intikam alacak kimse yokdur. İnsanın kanı, safrası bozulduğu veyâ başka zararlı şeyler vücûdde çoğaldığı zemân, bedendeki değişikliğe, hastalık dediğimiz gibi ve ilâc te’sîr etdiği zemân hâsıl olan hâle sıhhat dediğimiz gibi,