(Vahdet-i vücûd), mümkinâtı ya’nî mahlûkâtı tek bir varlık görmekdir. Yoksa, mahlûkları Allahü teâlâ bilmek değildir. Aşk-ı ilâhînin kalbde hâsıl etdiği hâl sâhiblerinin vahdet-i vücûd sözlerini işiterek, kendi görüşleri ile ve hayâlleri ile böyle konuşup kendini vahdet-i vücûd sâhibi göstermek akla da, islâmiyyete de uygun değildir. Rüknüd-dîn Alâüddevle-i Semnânî ve müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî “rahmetullahi aleyhimâ” ve bunların izinde giden büyükler, vahdet-i vücûd ma’rifetinden başka ve Peygamberlerin hepsinde hâsıl olan “aleyhimüssalevâtü vesselâm” me’ârif de bulunduğunu görmüşler ve anlamışlardır.
(Tesavvuf), Allahü teâlâ ile olmak ve iyi ahlâk edinmek ve islâmiyyete uymakdır. Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbden çıkarıp bütün a’zânın Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine uymasıdır. Allahü teâlâ ile olmağa, (Hudûr) denir ki, hadîs-i şerîfde bildirilen (İhsân) mertebesidir. İnsanın kalbi bu mertebede olmalıdır. Bu ni’meti kime ihsân ederlerse, büyük se’âdet bilsin!
(Tevhîd-i ef’âlî), mahlûkların bütün işlerini, bütün hareketlerini, tek bir yapıcının işlerinden olarak görmekdir.
(Tevhîd-i sıfâtî), mahlûkların sıfatlarını, özelliklerini, Hak teâlânın sıfatlarının görüntüleri bilmek ve her varlığı Allahü teâlânın varlığında yok görmekdir. Evliyâ-yı kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” hep böyle idiler.
(İcâzet) ve (Hilâfet), tâliblerin kalblerine ihlâs yerleşdirmesi için, olgun birisine izn vermek demekdir. Kendisine izn verilen zâta (Halîfe) veyâ (Vesîle) denir. Kendisine izn verilecek zâtın bâtınının [ya’nî kalbi ve diğer dört latîfesinin] nisbete ve hâllere kavuşmuş olması, kötü huylardan temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş olması ve sabr, tevekkül, kanâ’at, rızâ, teslîm sâhibi olması, dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. Bu yüksek mertebe, ancak (Selef-i sâlihîn)e uymakla ele geçebilir. [Eshâb-ı kirâm ile Tâbi’în-i ızâma (Selef-i sâlihîn) denir. Üçüncü ve dördüncü asrlarda gelen islâm âlimlerine, (Halef-i sâdıkîn) denir.] Bu hâller ve keyfiyyetler kalbde hâsıl olmadan, va’z etmesi için izn vermek harâmdır. Tesavvuf büyüklerinin yolunu bozmak olur. Birisini mağrûr yapmak [kendini beğenmesine sebeb olmak], bir tâlibi, bir âşıkı da acemi ellere düşürerek mahrûm etmek, akla da, islâmiyyete de uygun değildir. [Şimdi Türkiyede hakîkî tarîkat, mürşid, mürîd, şeyh yokdur. Vardır diyenlere, şeyh olduğunu söyliyenlere inanmamalıdır. Sahte şeyhlerin, câhil tarîkatcıların tuzaklarına düşmemek için uyanık olmalıdır.]
Nemâzı cemâ’at ile kılmak ve (Tümânînet) ile kılmak, rükü’dan sonra (Kavme) yapmak ve iki secde arasında (Celse) yapmak bizlere Allahın Peygamberi tarafından bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefî mezhebinin müftîlerinden (Kâdîhân), bu ikisinin vâcib olduğunu, ikisinden birisini unutunca (Secde-i sehv) yapmak vâcib olduğunu ve bilerek yapmıyanın nemâzı tekrâr kılmasını bildirmişdir. Müekked sünnet olduklarını bildirenler de, vâcibe yakın sünnet demişlerdir. Sünneti hafîf görerek, ehemmiyyet vermiyerek terk etmek küfrdür. Nemâzın kıyâmında, rükü’unda, kavmesinde, celsesinde, secdelerinde ve oturulduğu zemânında, ayrı ayrı, başka başka keyfiyyetler, hâller hâsıl olur. Bütün ibâdetler nemâz içinde toplanmışdır. Kur’ân-ı kerîm okumak, tesbîh söylemek [ya’nî sübhânallah demek], Resûlullaha salevât söylemek ve günâhlara istigfâr etmek ve ihtiyâcları yalnız Allahü teâlâdan istiyerek Ona düâ etmek nemâz içinde toplanmışdır. Ağaçlar, otlar, nemâzda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükü’ hâlinde, cansızlar da nemâzda (Ka’de)de oturur gibi yere serilmişlerdir. Nemâz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini yapmakdadır. Nemâz kılmak, mi’râc gecesi farz oldu. O gece, mi’râc yapmakla şereflenen, Allahın sevgili Peygamberine uymağı düşünerek nemâz kılan bir müslimân, O yüce Peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaşdıran makâmlarda yükselir. Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne karşı edebi takınarak huzûr ile nemâz kılanlar, bu mertebelere yükseldiklerini anlarlar.