İslâm memleketinde, müste’min ile de, müslimânlar ile yapılması câiz olan sözleşmeler yapılır. Alması islâmiyyetde lâzım olmıyan malları alınamaz. Âdet olsa da, alması yine câiz olmaz. Meselâ Meryem anayı ziyâret için Kudüse gelenlerden ve turistlerden ayakbasdı parası veyâ başka ismlerle birşey almak câiz olmaz. Müslimân hâcıdan ayakbasdı parası almak da harâmdır.
Dâr-ül-harbde bulunan müslimân esîrin, onların malına, cânına saldırması câizdir. Esîri serbest bıraksalar, râhat dolaşsa, çalışıp kazansa da, saldırması câiz olur. Çünki, onlara söz vermiş, müste’min olmuş değildir. Fekat, esîrin de, onların kadınlarına, kızlarına tecâvüz etmesi câiz değildir. Çünki, nikâhlı âileden ve satın alınan câriyeden başka bir kadını vaty etmek, hiçbir yerde câiz değildir. Bu ikisinden başka kadını vaty ederse, zinâ olur. Mükâteb ve iki kişi arasında müşterek olan ve başkasına nikâhlı olan câriyesini ve başkasının câriyesini vaty etmek câiz değildir. (Câriye), harbde düşmandan esîr alınıp, Dâr-ül-islâma getirilmiş olan kâfir kadını demekdir. Ganîmet malları gibi, gâzîlere taksîm olunurlar. Harbde esîr alınmıyan bir insanı satmak ve satın almak câiz değildir.
Dâr-ül-harbde, meselâ bir hıristiyan ülkesinde bulunan müslimân müste’mine, onların hükûmeti gadr ederse, meselâ, kanûnsuz olarak, malını alırsa veyâ habs ederse, bu da, esîr gibi olur. Bu müslimânın da onlara gadr etmesi câiz olur.
Sigorta parası almak da böyledir. Meselâ, müslimân tüccâr, malını bir harbînin, ya’nî Dâr-ül-harbde bulunan ecnebî, yabancı kâfirin gemisi ile gönderiyor. Gemi sâhibi olan kâfire, navlun, ya’nî yol kirâsı veriyor. Ayrıca, Dâr-ül-harbde meselâ Londrada bulunan bir harbîye, (Sikürte) ya’nî sigorta parası denilen, belli bir ücret de veriyor. Gemi yanar veyâ batar veyâ soyulursa veyâ başka şeklde, gemideki mal elden giderse, o harbî, bu malın bütün değerini, sigorta parası karşılığı olarak, müslimân tüccâra ödüyor. Bu câizdir. Fekat, harbînin, sultânın izni ile islâm memleketinde oturan müste’min bir vekîli de vardır. Tüccâr sigorta sözleşmesini bu vekîli ile yapıyor. Sigorta parasını, tüccârdan, bu vekîl olan kâfir alıyor. Denizde, tüccârın malından bir parça yok olursa, bu parçanın değerini temâmen, bu vekîl ödüyor. Anladığımıza göre, müslimân tüccârın, yok olan malının değerini bu vekîlden alması halâl olmaz. Çünki, bu para, dâr-ül-islâmda yapılan sözleşme ile islâmiyyetin izn vermediği bir alacakdır. [Kumar parası gibidir.]
Süâl: Emânetci, mal sâhibinden emânet parası alınca, mal helâk olursa, malı ödemesi lâzım geliyor. [Kumar olmıyor.] Sigorta da böyle değil midir?
Cevâb: Sigortacıdan alınan para, emânetcinin ödemesi gibi değildir. Çünki mal, sigortacıya teslîm edilmiş değildir. Gemiciye teslîm edilmişdir. Eğer, sigortacı, geminin sâhibi olursa, ecîr-i müşterek, ya’nî serbest, genel işçi olur. Mal elinde emânet olur. Verilen sigorta parası, emânetciye verilen para gibi olur. Bundan başka, emânetci ve ecîr-i müşterek, batma, ölüm ve benzerleri gibi, sakınılamıyacak sebeblerle elden çıkan malı ödemezler.
Süâl: Kefâleti anlatmağa başlarken, deniliyor ki, bir kimse, birine, (Bu yoldan git! Bu yol emîndir, korkusuzdur) diyor. O da bu yoldan gidiyor. Yolda soyuluyor. Söyliyen kimse, bunun malını ödemez. (Bu yol emîndir. Eğer korkulu ise, soyulur isen öderim) derse, ödemesi lâzım olur. Sigorta da böyle değil midir?
Cevâb: Yol emîndir demek, emîn olduğunu biliyorum demekdir. Bir kimse, bilmiş olduğunu söylemekle kefîl olmaz. (Eğer söylediğim gibi değilse, öderim) deyince kefîl olur. Kefîl olarak aldatırsa, ödemesi lâzım olur. (Yolda soyulur isen öderim) demediği için kefîl olmaz. Ödemesi lâzım gelmez. Kefîl olacağını söylemesi, aldatmadığına alâmetdir. Meselâ, değirmene buğday getiren köylüye, değirmenci, bu kovaya koy dese, köylü de koysa, kovanın deliğinden, buğdaylar suya dökülüp sürüklense, gitse, değirmenci, koy derken kovanın delik olduğunu biliyorsa, buğdayları öder. Çünki, söylerken aldatmış oldu. Demek ki, aldatmak demek için, söyliyenin, tehlüke bulunduğunu bilmesi ve karşısındakinin ise, bilmemesi lâzımdır.