Bir dahâ yapmamağa söz veriyorum. Günâhlarımı afv eyle!) diye düşünülürdü. Sonra:
Bir Fâtiha ile üç İhlâs okuyup, sevâbı, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile Muhammed Behâeddîn-i Buhârî ve Abdülkâdir-i Geylânînin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” rûhlarına hediyye edilir ve kalb ile düşünerek, rûhlarından yardım istenir. Beni de yolunuzun yolcuları arasında bulundurunuz diye yalvarılırdı.
İhlâs-ı şerîf okumadan, yalnız bir Fâtiha dahâ okur, sevâbını Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile imâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî ve mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ”nin rûhlarına hediyye eder, bunların da rûhlarına kalb ile yalvararak, kendilerinin talebelerinden, mensûblarından saymalarını ricâ ederlerdi.
Yalnız bir Fâtiha dahâ okunur. Sevâbını Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile seyyid Abdüllah ve seyyid Tâhâ “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ” rûhlarına hediyye eder, bâtınlarından kalb ile yardım ve feyz isterlerdi. [1]
Bir Fâtiha dahâ okuyarak, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile seyyid Muhammed Sâlih ve seyyid Fehîm-i Arvâsînin “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ” rûhlarına hediyye eder, rûhlarından kalb ile yardım ve feyz isterlerdi.[2]
Bundan sonra, kısaca (Tezekkür-i mevt) ederlerdi. Ya’nî, kendini ölmüş ve teneşir tahtası üzerinde yıkanmış, kefene sarılmış ve tabuta konulmuş ve mezâra gömülmüş olarak düşünürlerdi. Mezârda olduğu hâlde, Allahü teâlâ ile arasında vesîle ve vâsıta olan zâtı [meselâ, yukarıda rûhlarına Fâtiha okuduğu Velîlerden birini] karşısında görür gibi, hayâline getirir, nûrlu alnına, ya’nî iki kaşı arasına edeb ile bakar gibi olurlardı. Herşeyi unutarak, dünyâ işlerini düşünmiyerek, sevgi ve saygı ile, onun mubârek yüzünü hayâlinde veyâ gönlünde durdururlardı. Buna, (Râbıta) demişlerdir. Mâide sûresi, otuzbeş [35]. ci âyetinde, (Ona kavuşmak için, vesîle, vâsıta arayınız!) emri ile ve başka âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîflerle ve islâm âlimlerinin kitâblarında bildirilmişdir. Tesavvufun bütün yollarında ve en çok büyüklerimizin yolunda en değerli ilerletme vâsıtası olduğu bildirilmişdir. Bu râbıta, en az onbeş dakîka sürer. Dahâ az olursa, te’sîri de az olur.
Râbıtasız zikr etmek, insanı ilerletmez. Zikr etmeden râbıta yapmak, ilerletir buyurmuşlardır. Râbıta, her işde yardımcıdır. Zikr etmeğe yardımı ise, pek çokdur. Allahü teâlânın evi olan kalbi, nefsin pisliklerinden ve şeytânın aldatmasından temizler. Zikrin yerleşmesi için kalbi hâzırlar. Râbıta, üç kısmdır:
1 — Velînin yüzünü, karşısında bulunuyormuş gibi, hâtırlamakdır. Böyle râbıta, zikre başlarken yapılırdı.
2 — Yüzünü kendi kalbinde bulundurmakdır. Böyle râbıta, zikr ederken, kendiliğinden hâsıl olunca, kalbde durduğunu düşünerek, zikr etmek olurdu.
3 — Kendisini, Velînin şeklinde, kıyâfetinde görmek, ya’nî böyle râbıta yapmakdır. Kur’ân-ı kerîm okurken ve dinlerken, ders, va’z dinlerken, nemâz kılarken, her ibâdeti yaparken, kendini o kıyâfetde düşünür. Bunları yapan, kendi değil, odur der. Böyle yapılan ibâdetlerden çok lezzet duyulurdu.
Râbıta yapmakla çabuk ilerlerdi. Allahü teâlânın rızâsına kavuşurdu. Üçüncü kısma (Tam râbıta) denirdi.
Tam râbıta yapan, kendi kalbini düşünürdü. Kalb, ya’nî gönül, sol memenin altında ve iki parmak aşağıda, yürek denilen bir parça etde bulunan nûrdan bir kuvvetdir. Yürek, yumurta veyâ kozalak gibidir. Buna, (Kalb-i sanevberî) denir. Burada bulunan nûrdan kuvvete, (Kalb-i hakîkî) denir. Kalb-i sanevberî, kalb-i hakîkînin yuvası gibidir.
Kendine sıkıntı vermeden, nemâzda oturur gibi edeble otururlardı. Başını ve vücûdünü azıcık kalbe eğer.
1. Bunlara, seyyid Abdülhakîm efendi de ilâve edilir. ↩