Hâlbuki, cihâd, islâm devletinin, ordusu ile ve bütün yeni silâhları ile, modern harb üsûlleri ile, kâfir hükûmetlerle savaşarak, insanları, küfrden, zulmden kurtarmak demekdir. Kâfir memleketlerinde bulunan müslimânların cihâdı, ferdlerin devlet kuvvetlerine karşı durmaları demek değildir. Kanûnlar çerçevesinde islâm bilgilerini yaymakla, islâmın kıymetini, fâidelerini herkese bildirmeğe çalışmakla ve islâmın güzel ahlâkını göstermekle olur.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, (Mektûbât)ının ikinci cildi, altmışdokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, (Kâfirlere karşı muhârebeye giderken, Allahü teâlânın ismini ve dînini yaymağa ve din düşmanlarını za’îfletmeğe niyyet etmelidir. Müslimânlara böyle emr edilmişdir. Cihâd da bu demekdir).
Tevbe sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe inanmıyan ve Allahü teâlânın ve Resûlünün harâm etdiklerine harâm demiyen ve hak olan islâm dînini kabûl etmiyen kâfirlerle, cizyeyi kabûl etdiklerini veyâ müslimân olduklarını bildirinceye kadar harb ediniz)buyuruldu. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” halîfe olunca bir hutbe okuyup, (Ey Resûlün Eshâbı! Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine yeryüzünün her tarafında memleketler vereceğini söz verdi. Hani, bu va’d edilen yerleri zabt ederek, dünyâda ganîmete, âhıretde gâzîlik ve şehîdlik rütbesine kavuşmak isteyen kahramanlar nerede? Dîni Allahın kullarına ulaşdırmak için can ve baş fedâ edecek, vatanlarını bırakıp, din düşmanı diktatörler üzerine gidecek gâzîler nerede?) diyerek Eshâb-ı kirâmı “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” cihâda, gazâya teşvik buyurdu. Bu nutk üzerine, Eshâb-ı kirâm, kâfirlerle, zâlimlerle cihâd etmeğe söz verdiler. Yerlerini, yurdlarını bırakıp, yeryüzüne yayıldılar. Ölünciye kadar cihâd etdiler. Bu cihâd her asrda devâm ederek, müslimânlar kılınc gücü ile üç kıt’a üzerinde ilerledi. Aldıkları yerlerin ehâlîsi yâ müslimân oldu, yâhud, cizye denilen vergiyi vermeği kabûl ederek, islâmın adâletine sığınanları, kendi ibâdetlerinde serbest bırakıldı. Fekat, bunlar da mu’âmelâtda ve ukûbâtda islâmiyyete uymağa mecbûr tutuldu. Böylece, hükmen müslimân sayıldılar. Râhat ve huzûr içinde yaşadılar.
İslâmiyyet, dünyâda iki dürlü memleket, vatan tanımakdadır: (Dâr-ül-islâm)denilen islâm vatanı ve (Dâr-ül-harb) denilen kâfir vatanı. Dâr-ül-islâmda, müslimânlar ve cizye vermeği kabûl eden kâfirler yaşar. Bu kâfirlere, (Ehl-i zimmet)veyâ (Zimmî) denir. Bunlar, müslimânların hak ve hürriyyetlerine tam mâlik olarak, râhat ve huzûr içinde yaşarlar. Kendi ibâdetlerini serbestce yaparlar.