Ondan önce gelenlerin, iftâr etmeden oruc tutmaları, kırk gün çile çekmeleri, aç ve susuz durmaları, insanlardan uzaklaşmaları, onun huzûrunda yetişenler için, özenilecek birşey olmakdan çıkdı. Amellerde ve ibâdetlerde i’tidâl üzere olmak, düâ ve tâ’atlerde sünnete tâm yapışmak, onların yerini aldı. Yıllarca riyâzet çekmekle ele geçebilenler, onun bereket ve teveccühü ile, hemen hâsıl oluyordu. Mubârek zâtı “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Allahü teâlânın büyük ni’meti ve Resûlünün “sallallahü aleyhi ve sellem” vekîli oldu. Nihâyetsiz yolların rehberliği, önderliği ona verildi. İkinci bin yıllarının müceddidi oldu. Böylece, kıyâmete kadar, her kime feyz ve bereket gelse, onun vâsıtası ile gelir. Yeni yeni ilmleri, duyulmayan ma’rifetleri, kimsenin haber vermediği sırları ve kimsenin kavuşamadığı garîb keşfleri ile, yeni bir yol açdığı güneş gibi meydândadır.
Her yüz sene başında bir (Müceddid), [dîni kuvvetlendirici] gelir. Ammâ, yüz senede gelen müceddid ile, bin senede bir gelen müceddid arasında çok fark vardır. Yüzle bin arasında ne kadar fark var ise, bu iki müceddid arasında da o kadar, hattâ dahâ çok fark vardır.
Müceddid, o müddet içinde herkese onun vâsıtası ile feyz ve bereket gelen zâtdır. Kutblar, Evtâd, Büdelâ ve Nücebâ “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” dahî ondan feyz alırlar.
İmâm-ı Ahmed Rabbânînin “kuddise sirruh” vakti şöyledir ki, eski ümmetler zemânında dünyânın zulmet ile dolduğu yıllarda, ülül’azm bir Peygamber gelir ve yeni bir din getirirdi. Ümmetlerin en hayrlısı, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir. Bu ümmetin Peygamberi de, Peygamberlerin sonuncusudur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Bu ümmetin âlimleri, Benî-İsrâîlin Peygamberleri gibidir. Hadîs-i şerîfde, böyle olduğu bildiriliyor. Bu ümmetde âlimlerin varlığı kâfî görüldü. Böyle bir vaktde, ya’nî Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” bin sene sonra, ma’rifeti tâm, âlim ve ârif bir zât lâzımdır ki, eski ümmetlerdeki ülül’azm bir Peygamberin yerini tutsun. Zîrâ, bu ümmetin âhıri, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından bin sene sonradır. Çünki, bin sene geçmesinde büyük bir husûsiyyet ve işlerin değişmesinde kuvvetli te’sîrler vardır. Bu ümmetde ve bu dinde değişiklik olmıyacağına göre, şübhesiz geçmişlerdeki nisbetin ve o sağlam yolun, sonra gelenlerde yeniden kuvvetlenmesi zarûrîdir. Böylece, imâm-ı Ahmed Rabbânînin “kuddise sirruh” mubârek zâtını, nübüvvet ve risâletin bütün kemâlâtini câmi’ kılıp, bu yüksek makâm ile diğerlerinden ayırdılar.