varlığı lâzım olan, Allahü teâlâdan başka hiçbir şey yokdur, dedikleri hâlde, başkalarına tapınıyorlar. Bilmiyorlar ki, ma’bûd olmak için, ibâdet olunmak için, varlığın lâzım olması şartdır. Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım kimse olmayınca, ibâdete lâyık da, Ondan başkası bulunmaması îcâb eder. Ondan başkasına ibâdet etmek, başkasının vücûdünü de lâzım bilmek olur.
İşte (Lâ ilâhe illallah) kelime-i tayyibesini tekrâr tekrâr söylemekle, vücûdü lâzım olanın Allahdan başkası olmadığı ve Ondan başkasının ibâdete hakkı bulunmadığı bildirilir. Bu ikisinden en fâidelisi, başkasının ibâdete hakkı olmadığıdır ki, bunu ancak Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirmişdir. Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât” uymayanlar da, Allahü teâlâdan başkasının vücûdü lâzım değildir diyor. Vâcib-ül-vücûd birdir diyorlarsa da, ibâdete müstehak olmakda aldanıyorlar. Allahü teâlâdan başka, ibâdet olunmağa lâyık kimse olmadığını anlıyamıyor, başkalarına tapınmakdan sıkılmıyorlar. Kilise yapmakdan çekinmiyorlar. Kiliseleri yıkan, putlara, heykellere, diri veyâ ölü bir insana tapınmağı önleyen, yalnız Peygamberlerdir “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”. Bunlar, Allahü teâlâdan başkasına tapanlara (Müşrik) demişlerdir. Müşriklerin, (Allahü teâlâdan başkasının varlığı lâzım değildir. Ondan başkası, olsa da olur, olmasa da olur. Vâcib-ül-vücûd yalnız Odur) deseler de, başkasına tapdıkları için, yine müşrik olduklarını beyân buyurmuşlardır. Çünki, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet olunmamasına ehemmiyyet vermişlerdir. Ya’nî söze değil, işe kıymet vermişlerdir. Çünki, Ondan başkasının ibâdete hakkı olmayınca, Ondan başka Vâcib-ül-vücûd yok demekdir. O hâlde, bir kimse, Peygamberlerin dînine uymadıkca, ya’nî Allahü teâlâdan başkasının ibâdete lâyık olmadığını bilmedikce, şirkden, müşrik olmakdan kurtulamaz. Şirkin kısmlarından ve insanın kendinde ve dışarda bulunan ilâhlara tapınmakdan sıyrılamaz. İnsanı bundan kurtaran, ancak Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” dinleridir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmesinden maksad da, insanları bu devlete, bu ni’mete kavuşdurmakdır. Bu büyüklere uymadıkca, şirkden kurtulmak nasîb olmaz. Onların milletine girmedikce, tevhîd mümkin olamaz. Nisâ sûresi, kırksekiz ve yüzonaltıncı âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Allahü teâlâ, müşriki afv etmiyecekdir) buyruldu. Burada, müşrik kâfir demekdir. Çünki, dinlere inanmamak küfrdür. Şirk, küfrün kısmlarından biridir. Bir kısmını söylemekle, hepsi söylenmiş oldu. Bunun için, şirk afv olmıyacağı gibi, islâmiyyetin herhangi bir hükmünü inkâr eden de kâfir olup afv olunmıyacakdır. O hâlde, (Niçin âyet-i kerîmede, yalnız şirk afv olunmaz, buyrulmuşdur?) demenin yeri yokdur.
Allahü teâlâdan başkasının ibâdete hakkı olmadığı meydândadır. Hattâ hadsîdir. Ya’nî düşünmeğe lüzûm kalmadan, akla geliverir. Bir kimse, ibâdetin ma’nâsını iyi anlasa ve Allahü teâlânın yukarıda bildirdiğimiz sıfatlarını iyi düşünse, Ondan başkasının ibâdete hakkı olmadığını hemen bilir. Bunu bildirmek için söylenilenler, meydânda olan şeyleri haber vermek gibidir. Böyle haberlerin red olması, i’tirâz olunması, münâkaşa edilmesi olmaz. Bu haberlere lüzûm kalmadan, kendiliğinden görmek için, îmân nûru, îmân ışığı lâzımdır. Meydânda olan, bedîhî, çok şeyler vardır ki ahmaklar, kalın kafalılar göremez. A’zâsı hasta ve a’sâbı bozuk çok kimse vardır ki, göze çarpan ve çarpmıyan birçok âşikâr şeyleri göremez.
Süâl: Tesavvuf büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrarehüm”, (Arzû etdiklerin, ma’bûdun olur) buyurmuşdur. Bunun ma’nâsı nedir ve doğrusu nasıldır?
Cevâb: Bir insanın maksûdu, arzûsu, teveccüh etdiği, özendiği, sağ kaldıkca ele geçirmek istediği ve ele geçirmek için, her zillete, alçalmağa katlandığı, hiç vaz geçmediği şey ise, bu maksûdu, ma’bûdu olur ve bu hâli ibâdet olur. Çünki ibâdet, zilletin, inkisârın son derecesidir. Allahü teâlâdan başka ma’bûd tanımamak için, Ondan başka maksûd olmamak, Ondan başka murâd olmamak lâzımdır. Bunun için de, (Lâ ilâhe illallah) derken, Ondan başka maksûd olmadığını bilmek lâzımdır.